Savaştan sonra İngiltereden notlar

             a-Ingiltereye talebe gezisi

             b-Sheffield Üniversite Cerrahi Kliniğinde bir yıl

             c-Londra da Hammersmith Hastanesinde

 

                      

 

                      a-İngiltereye talebe gezisi

 Yıl 1950 , İstanbul da Tıp Faültesi son sınıf öğrencisi iken Talebe Federasyonu nun organize ettiği bir Dış gezi vesilesi ile Londra yı gördüm. Ne büyük bir heyecandı tahmin edersiniz.  

Size Londra nın bugün herkesin bildiği tarihi ve turistik yerlerinden bahsedecek değilim.

Orada İngiliz toplumunun bazı özellikleri ile tanıştım : Umumi tuvaletlerde ellerini ve yüzlerini yıkamak için lavabonun tıkacı ile giderini kapatıp sıcak ve soğuk su karışımı ile elerini,yüzlerini yıkıyor ve sonra gideri açıyorlardı.Ayni şey otellerde banyolarda da yapılıyor,küvet doldurulup içinde yıkanılıyordu.Banyonun sıcak ve soğuk suyu iki ayrı musluktan geliyordu. Bildiğimiz gibi yıkanabilmek için ancak odadaki bir su bardağını kullanarak sıcak ve soğuk suyu onun içinde   ılıtıp başıma dökebiliyordum.

İkinci Dünya Harbi sonrasının etkileri hala geçmemişti.Mesela şeker hala çok kıttı.Bunu bize önceden söyledikleri için yanımızda birer kutu kesme şeker götürmüştük Sabahları çayımıza getirdiğimiz

şekerlerden keyifle koyarken İngiliz arkadaşlarımıza da makbule geçeceği ümidi ile ikram ediyorduk.

O da ne? gayet lakayt bir tavırla ‘' Teşekkür ederiz bir harp içinde şekersiz içmeye alıştık Bu alışkanlığımızı da bozmak istemiyoruz'' deyince biz nasıl bozulduk tahmin edersiniz.

 

Balık baştan kokar deyimi anlaşılan iyisi içn de,kötüsü için de geçerli: : Bu ara öğrendik ki Kraliçe ye sabah kahvaltılarında bir yumurta getiriyorlarmış

.-‘'Halk nekadar alıyor''? diye sormuş

-‘'Adam başına haftada bir yumurta veriliyor efendim'' cevabını alınca

-‘'Bana da haftada bir günden fazla getirmeyin ‘' demiş ( ve herhalde ondan sonra Kraliçe nin kolesterini de düşmüş!)

Gördüğünüz gibi herkesin kraliçesi kendine benziyor.

Sevgili dostlarım ,

İngilizlerin yıkanma ve banyo konusu sohbet arasına girince ,

İnternette ‘ 'Weird History'' başlığı ile tarih sahifeleri arasında acayip,olağan dışı gerçekleri anlatan bir bölüm var. Orada 15.yüz

Yılda İngiltere deki hayattan bazı çarpıcı kesitler veriliyordu .

Konumuzla ilintili gördüğüm için hem Türkçe sini hem de İngilizcesini burada sunmayı ilginç buldum:

Türkçesi ‘ 'Tarihi gerçekler'' adı ile verilmişti:

Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün.

İngiltere de bu işler 1500 lü yıllarda şöyle yapılıyordu.:

  İnsanların çoğu Haziran da evleniyordu..Çünkü senelik banyolarını

Mayıs ayında yapıyorlar,Haziran da henüz çok kötü kokmuyorlardı.

Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacı ile ellerinde bir buket çiçek taşıyorlardı.

Banyolar içi sıcak su ile doldurulmuş büyük bir fiçidan meydana geliyordu..Evin erkeği temiz su ile yıkanma imtiyazına sahipti.

Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler,daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve enson olarak da bebekler ayni suda yıkanıyordu.Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki,içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.İngilizce deki banyo suyu ile birlikte bebeği de atmayın(don't throw the baby out with the bath water) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamışlardan yapılıyor,kamışların altında tahta bulunmuyordu..Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler,böcekler)çatıda yaşıyordu..Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu İngilizce deki ‘'kedi-köpek yağıyor''(it's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşecek şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu

Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluştuyuruyordu.Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir...

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir(dirt poor)yordu. tabiri buradan çıkmıştır.Zenginlerin ahşaptan yapılmş zeminleri vardı.Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu.Bunu önlemek için yere sama(thresh) seriyorlardı.Kış boyuncu saman sermye devam ediliyordu.Zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu..Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı ‘'treshhold'' (saman tutan ;Türkçesi ‘'eşik'') idi.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerinde asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu.Hergün ateş yakılıyor ve kazanın içine bir şeyler ilave ediliyordu.Çoğu zaman sebze yeniyor,et pek bulunmuyordu.Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi g ün tekrar isıtılarak yenmeye devam ediliyordu.Bazan bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.''bezelye lapası sıcak,bezelye lapası soğuk,kazandaki bezelye lapası dokuz günlük''(peas porrige hot,peas porrige cold ,peasporrige in the pot nine years old) tekerlemesinin menşei budur.

Merak edenler için İngilizce metni de ekliyorum:

The next time you're washing yourself and complain that the water temperature isn't to your liking, think how it was for the unfortunate people living in the 1500s. 

Most people married in June because they took their yearly bath in May and still smelled pretty good in June. However, they were starting to smell so brides carried a bouquet of flowers to hide the body odor. Hence the custom of carrying a bouquet when getting married. 

Baths consisted of a big tub filled with hot water. The man of the house had the privilege of the nice clean water, then all the sons and other men, then the women, and finally the children - last of all the babies. By then, the water was so dirty you could actually lose someone in it; hence the saying, "don't throw the baby out with the bath water." 

Houses had thatched roofs; thick straw, piled high, with no wood underneath. It was the only place for animals to get warm, so all the dogs, cats and other small animals (mice, rats, and bugs) lived in the roof. When it rained, it became slippery and sometimes the animals would slip and fall off the roof; hence the saying "it's raining cats and dogs." There was nothing to stop things from falling into the house. This was a real problem in the bedroom, where bugs and other droppings could really mess up your nice clean bed. A bed with big posts and a sheet over the top afforded some protection. That's how canopy beds came into existence. 

The floor was dirt. Only the wealthy had something other than dirt; hence the saying, "dirt poor." 

The wealthy had slate floors that would get slippery in the winter when wet, so they spread thresh on the floor to help their footing. As the winter wore on, they kept adding more thresh until it would all start slipping outside when you opened the door. A piece of wood was placed in the entranceway, a "thresh hold." 

In those days people cooked in the kitchen with a big kettle that always hung over the fire. Every day they lit the fire and added things to the pot. They ate mostly vegetables and did not get much meat. They would eat the stew for dinner, leaving leftovers in the pot to get cold overnight, then start over the next day. Sometimes the stew had food in it that had been there for quite a while; hence the rhyme, "peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old." 

Sometimes they could obtain pork, which was quite special. When visitors came over, they would hang up their bacon to show off. It was a sign of wealth that a man "could bring home the bacon." They would cut off a little to share with guests and would all sit around and "chew the fat." 

Those with money had plates made of pewter. Food with a high acid content caused some of the lead to leach onto the food, causing lead poisoning and death. This happened most often with tomatoes, so for the next 400 years or so, tomatoes were considered poisonous. 

Most people did not have pewter plates, but had trenchers, a piece of wood with the middle scooped out like a bowl. Often trenchers were made from stale bread which was so old and hard that it could be used for quite some time. Trenchers were never washed. Sometimes worms and mold got into the wood and old bread. After eating off wormy, moldy trenchers, one would get "trench mouth." 

Bread was divided according to status. Workers got the burned bottom of the loaf, the family got the middle, and guests got the top, or "upper crust." 
Lead cups were used to drink ale or whiskey. The combination would sometimes knock people out for a couple of days. Someone walking along the road would take them for dead and prepare them for burial. They were laid out on the kitchen table for a couple of days and the family would gather around and eat and drink and wait and see if they would wake up; hence the custom of holding a "wake." 

England is old and small, and they started running out of places to bury people. So they would dig up coffins and take the bones to a "bone house" and reuse the grave. When reopening these coffins, 1 out of 25 were found to have scratch marks on the inside, and they realized they had been burying people alive. So they would tie a string on the wrist of the corpse, lead it through the coffin and up through the ground, and tie it to a bell. Someone would have to sit out in the graveyard all night (the "graveyard shift") to listen for the bell; thus someone could be "saved by the bell" or was considered a "dead ringer." 

And that's the truth, the whole truth and nothing but the truth...whoever said history was boring?

 

     

 

              b-Sheffield Üniversitesi cerrahi Kliniğinde bir yıl 

 

 Pencereme taşıdığım anılarım arasında sizin de izlediğiniz gibi 1957-1958 yılları arasında İngiltere de Sheffield Üniversitesinde geçirdiğim bir yıl içinde bende iz bırakan anılarımdan sık sık bahsettim.

Çalıştığım cerrahi Kliniğinin direktörü Profesör Jepson,çok değerli bir bilim adamı olduğu kadar çok da iyi bir insan ve hoca idi.Bir gün mesai bitiminde eve giderken “akşam için yapacağın birşey yoksa bize gidelim ailemi de tanımış olursun “ dedi.

Eve gittiğimiz zaman şöminenin karşısına oturduk ve ikram ettiği viskilerimizi yudumlamaya başladık.

İki ile oniki yaş arasında beş kız çocuğu vardı.Eşi de doktordu !.Mezun olunca evlenmiş ve arka arkaya çocuklarını sıralayınca çalışma imkanı bulamamış.Biraz sonra banyodan çıkan çocuklar havlularına sarılmış olarak şömine ateşinin karşısına sıralanmaya ve ısınmaya başladılar, anneleri onları odalarına yerleştirdi ve tabaklarda hazırladığı yemeklerimizi vererek bizimle oturup sohbete katıldı.Bu arada hangisinin daha temiz olduğuna bakarak çocukları o sıra ile banyoya alıp yıkadığını da anlattı.

Bir insanın günlük hayatını dost olarak bildiği bir insanla bütün doğallığı içinde paylaşması ne büyük bir erdem .Beni şehrin en mutena bir lokantasında ağırlasa bu kadar makbule geçermiydi ? ve hafızamda bukadar yer edermiydi?

Yine bir gün Profesör Jepson Kraliyet üst düzey mensuplarından birinin davetli olduğu bir toplantıya gidecekti.Beni de götürebileceğini, Dinner Jaket dedikleri bir smokin temin edip edemeyeceğimi sordu.Kiralık ta veriyorlar dedi.Fakat içime sinmedi, beni biraz zorlayacağını bildiğim halde üzerime uygun bir smokin aldım.Toplantının ayrıntılarına girmeden yine hafızamda yer eden bir hususa değinmek istiyorum . Kapıda duran görevli ,eski adı ile münadi, geleni içeridekilere yüksek sesle tanıttığı gibi kimin şerefine kadeh kaldırılacağını da duyuruyordu.

Galiba bu kadeh kaldırma sırasının en sonunda Misafirlerin şerefine ! diye seslenince herkes ile beraber ben de kaldıracak oldum . Yanımda oturan profesör usulca eteğimden çekti ve

Sizin için kadeh kaldırıyoruz siz kaldırmazsınız dedi.Kadeh kaldırmalarda toplumumuzda bu kurala pek uyulmadığını da görüyoruz.

Bir gün Jepson bir haberle geldi.Avustralya da Adaleid şehrinde yeni açılan bir üniversite ye başvurusu kabul edilmiş. Önümüzdeki sene orada başlayacakmış.oraya ve gideceği üniversiteye ait birçok bilgi toplamış.Bakmam için bana da verdi.Ben onları dikkatle karıştırırken beni izlediğini fark ettim.Yüzünde muzip bir ifade ile seni de heveslendirdi mi? diye sordu.

Önümde, verilen tezin kabulü ,yabancı dil sınavı, sözlü sınav, ameliyat ve deneme dersi verme safhaları olan 5 aşamalı, başarılı olup olamayacağımı bilmediğim, güç bir doçentlik sınavı vardı.Bir tanesinden takılsam ikinci deneme için bir yıl beklemek zorunda idim.

Yanında çok çalışkan genç bir bilim adamı, muavini Mr.Catchpole vardı.Bütün bilimsel araştırmaları o yapıyordu ve onu , hatta oldukça yaşlı kıdemli bir sekreterni de birlikte götürüyordu.Bana da uzun uzun Avustralya nın genç ve bakir bir ülke olduğunu benim de düşünmem gerektiğini söyledi.

Eğer imtahanda başarılı olamazsam adeta gitmem gerekeceğinden korkuyordum.O gayretle başarılı olunca kendisine şöyle bir mektup yazdım: “Sayın profesörüm maalesef sınavları kazandım” !

Yaklaşık 20 sene sonra Sheffield deki o genç doçenti Catchpole'ile Londra da karşılaştık .Uzun uzun anlattı: “Adalaid de Jepson artık senin tanıdığın Jepson değildi.Çok zengin oldu.Maden işletti,üzüm bağları kurdu.

Maalesef ondan ayrılıp Londra ya döndüm” dedi.

Avustralyalı bir kız ile evlenmiş ve Londra ya yerleşmişler.Londra ya başka bir gidişimde Catchpole u yine aradım.Avustralya’lı olan eşi Londra da mutlu olamamış . Zavallı Catchpole tekrar Avustralya ya dönmüş.

Jepson u sordum.Maalesef erken yaşta pankreas kanserinden kaybetmişler.

Sonuç:Dalından kopacaksan rüzgarı hesaba kat; nereye savrulacağın belli olmaz ! (E.D.) 

 

           c-Londra da Hammersmith hastanesinde